Mevlana Mahallesi 1701/7 Sokak No: 23A Bornova İzmir
+90 232 374 21 21 (Pazartesi - Cuma 09.00 - 17.00)
A. Cumhur Ön'79
Hani Kızılderili ya da eski Türk adetlerine göre bebek doğduğunda isim verilmez de çocuğa büyüdükçe, zaman içinde tutum, davranış ve/veya özelliklerine göre kendine yakışan isim konulurmuş ya… Yatılı okul dünyasında da buna benzer (yazılı olmayan) bir kural var galiba. Şimdilerdeki moda deyişle “nick name” yani takma isim veya lakap olmazsa olmaz bir zorunluluk adeta. Bazen bu isimler amiyane tabirle “cuk” oturuyor, bazen zorlama oluyor. Ama hangi vesile ile konulursa konulsun, isim takılan kişi kızıyor, bağırıyor, istemiyorsa kesinlikle o isim üstüne yapışıyordu. Öyle ki; cep telefonları, internet, e-postalar ve sosyal medya yaygınlaştığında, yani yıllar sonra, tekrar birbirimizi arayıp bulduğumuzda karşı taraf “bir an” arayanı tanıyamadıysa takma ismimizle kendimizi tanıttığımız çok olmuştur. Bu takma isimler sadece öğrenciler ile sınırlı değildi elbet. Hocalar kadar okulun çalışanları da nasibini almıştı haliyle bu takma isimlerden…
Sene 1976, orta sona geçmişiz. Artık bir anlamda sınıf atlamışız. Neden derseniz hem dersliklerimiz hem de yatakhanemiz başka bloklara taşınmıştı. Bu blok beş derslikten oluşan, tek katlı, kantinin karşısında, sınıf içindeyken hiçbir binayı göremediğiniz, korunun uzantısına bakan yeşillikler içinde bir konumdaydı. O zamanlar pek araç geçmeyen “şose” diyebileceğimiz Pınarbaşı Yolu’na en yakın belki de dış tehlikelere karşı en korunmasız yerdeydi. Bu detayı verme nedenim, o sene önceki yıllara göre çalışan sayısının bir kişi artmasıydı. Bu personel bir gece bekçisiydi. Daha önce böyle bir ihtiyaç mı yoktu, ülkenin 12 Eylül’e giden ivmesinin farkına varıp da buna ihtiyaç mı duymuştu müdürümüz bilmiyorum. Belki de böyle bir çalışan vardı da biz küçüğüz diye haberimiz yoktu? Ama Halis (gece bekçimiz) o sene işe başlamıştı. Şimdi bu satırları okuyan gündüzlü arkadaşlar ilk defa bu kişinin varlığından haberdar olacaklar muhtemelen. Çünkü o, sadece akşam olunca göreve başlıyor ve sabah olduğunda da işi bitiyordu.
Aslında başlarda pek anlaşamadık. Çoğul kullanıyorum çünkü benim gibi gece kuşu birkaç arkadaşım daha vardı, etüt sonrası derslikte kalmaya devam eden. Gören eden de sınıfın en inekleri zannedecek, oysa resim yapmaktan kitap okumaya, bulmaca çözmekten oyun oynamaya varan bir yelpazede “zamandan kazanmaya” çalışıyorduk bence. “Uykusuzlar güruhu” olarak…
Anlaşamadık Halis ile çünkü ona verilen görev ışıkları söndürmek, gece Bornova’ya kaçanları, ortalıkta dolaşanları ve sınıf dahil 22:30 sonrası ayakta olanları “bir yerlere” raporlamaktı. En azından yeni ergenler olarak biz öyle düşünüyorduk. Ama okulun sahibi tabii ki öğrencilerdi. Bizdik yani… Özgürlüğümüze müdahale edilmesi tabii ki bizi iyi hissettirmiyordu. Bunun düşüncesi bile!
Doğuluydu Halis, İzmir’e de yeni gelmişti. Batının toleranslı kültürü, rahat davranışı geldiği yerlerde yoktu. Zayıf, uzun boylu, sert görünüşüne bir de keskin tavırları, cümlelerindeki ifadelerin katılığı ekleniyordu. Olmamıştı bu gece bekçiliği işi… Oysa öncesinde Bornova’ya işkembe içmeye (sonraları meyhaneye terfi edilecek) giderken daha rahattık. Geceleri belletmenler elden ayaktan kesilince sadece okulun bir parçası gibi olan Santralcı Mehmet vardı. O da gece uyurdu haliyle.
Önceleri Halis ile her seferinde zıtlaştık. Yatakhaneye onun istediği zaman gitmedik. Üç beş kere gelip söylese de direndik. Çünkü bir okulda yapılabilecek en masum işi yapıyorduk. Ders çalışıyorduk… Yani öyle olmasa da savunmamız buydu. Aslında normal liselerdeki gibi hazırlık sınıfı olmasaydı hepimiz lise öğrencisi sayılırdık. Büyümüştük. Ama ne kadar onu bilmiyorum. (Öğrenmeye aç bir nesil olarak bence hala büyüyoruz…)
Halis de takma isimlerden payını aldı tabi. Sessiz sakin karakteriyle önce ismine “muhlis” takısı eklendi. O gelip giderken biz kendi aramızda ve onun yanında “muhlis” diye söz ediyorduk. “Kod” adı olmuştu bu. Bir önceki yıl yapılan Kıbrıs Barış Harekatının izleri, yankıları hala sürüyordu. Biz unutalım desek de Amerika “ambargo” kararıyla zaten bitmiş savaşı bize her gün anımsatıyordu. Ülkede çok partili koalisyonlar ve cepheleşme başlamıştı. Bir yandan da Yunanistan’da Cunta Yönetimi sona ermiş, Karamanlis Fransa’daki sürgünden geri çağrılmış ve ülkesinin başına geçmişti. Haliyle haberlerde en çok duyulan isimlerden biriydi. Ses uyumunu da düşünürseniz, gece bekçimizin takma ismi ilave sözcükle şekillenmişti artık: “Halis Muhlis Karamanlis”
Zaman içinde okul lojmanlarında kalan öğretmenler, ki çoğu aynı zamanda yöneticiydi, biz gibi gece kuşlarını kanıksadı. Ara ara uyarmaya gelseler de yanıtımız hiç değişmiyordu: “çalışıyoruz hocam!” İpin ucunu bıraktılar. Herkes rahata erdi. Tabi Halis Muhlis Karamanlis de… Aslında biz, okulun o istikametinden, ola ki duvar ve tel örgüye rağmen (hırsızlık veya terör anlamında) bir sızma olur ise gayri ihtiyari fahri bekçisi oluyorduk.
Samimiyet arttıkça muhabbet de artıyordu. İşi gereği sürekli omuzunda asılı olarak dolaştırdığı ama bize itici gelen av tüfeğini umursamaz olmuştuk. Onun gece yalnızlığının ilacı da bizdik galiba. İnsan uyumadıkça metabolizma da çalışıyor, haliyle acıkıyor. Bir gece açlık sınırını zorladığımızı hissettik. Yatakhanedeki dolaplarımızda da evlerden getirdiğimiz erzaklar suyunu çekmişti. O sırada Halis, saat başı kurması gereken noktaları dolaşıp, tekrar yanımıza geldiğinde çoktan kafamızda bir ampul yanmıştı bile. Yemekhanenin anahtarına (herhalde) ulaşabilirdi Halis. Teklifimize, aslında talebimize demek lazım, hayır demedi. Gerçi “evet” de dememişti. Yanımızdan ayrıldı. Çok konuşmazdı zaten. On, on beş dakika sonra geldiğinde elinde iki somun ekmek, üç dört tane de kuru soğan vardı. Umduğumuz bu değildi, en azından peynir zeytin falan da bekliyorduk. Her halde daha kıymetli gıdalar başka bir yerde kilitli o kapıyı da açamadı falan diye düşündük. Sonraki günlerde de ara ara çok geç kalınca ve acıktıkça Halis formülü devreye girdi. Ama menü hep aynı menüydü…
Bir gün, hangimizin aklına geldiyse artık, biz de bekçiyle yemekhaneye gidip şu peynirlerin anahtarını bulalım falan deyip peşi sıra gidince bir baktık ki Halis yemekhaneye değil, doğrudan okul sınırları içindeki ona tahsis edilen eve gidiyor. Meğer yediğimiz ve bize gecenin o saatinde çok tatlı gelen soğanları ve ekmekleri kendi evinden getiriyormuş.
Halis için sır olan bir şeyi biz de öğrenmiş, sırdaş olmuştuk. Kanımız daha bir ısınmıştı. O günden sonra biz onu okulun bir parçası olarak gördük, o da kendini kabul ettirmenin mutluluğunu yaşadı.
Kara kaşlı, kara gözlü, beyaz tenli küçük kızları vardı, hepsi üniversite okumuşlar, meslek sahibi olmuşlar. Hatta bir tanesi öğretim üyesi olmuş. Doğal olarak onlarla gurur duyuyormuş. Emekli oluncaya kadar okulda kaldı Halis. Bizim dönemi unutmamış. Biz de Halis Muhlis Karamanlis’i unutmadık. Okulun tadını bizden çok çıkardığı için kıskanmadık diyemem yine de…