Blog

Bülbül Ötümlü Kanarya

  • 13 Mayıs 2022
Bülbül Ötümlü Kanarya

A. Cumhur Ön’79 119

Geçenlerde bir akşam vakti ilerleyen saatlerde iş yemeğinden eve döndüm. Arabayı park ettim, tam kilitleyip binaya doğru birkaç adım attım ki oto alarm sesi duyuldu. Ortam çok sessizdi, gecenin bir yarısı, trafik yok, başka gürültü kaynağı da yoktu haliyle. Bir kedi arabalardan birinin üstüne çıktı ya da iri bir köpek sürtündü falan diye düşündüm. Üç beş adım atmıştım ki o ses sustu, başka frekansta bir alarm sesi daha başladı. Bu kez duraksamadım, tamamen durdum. Kulak kabarttım, çevreme baktım. Hani alarm çaldığında dörtlü sinyaller de çalışır ya, öyle bir ışık yoktu etrafta. Ama ses çok yakından geliyordu. Ben bunları düşünürken bu kez bambaşka bir oto alarm melodisi yankılandı. Adeta nefesimi tutup iyice odaklandım sese doğru. Neredeyse kırk yaşlarında olduğunu düşündüğüm at kestanesi ağacının dallarının arasından geliyordu ses! Belli ki ötücü kuşlardan biriydi ve sokakta geceleri duyduğu alarm seslerini öğrenmiş taklit ediyordu. Gülümsedim. Belki beş on dakika olduğum yerde kıpırdamadan durup tekrar tekrar o sesleri dinledim.

Taklitçi kuşun sesi beni yıllar öncesine götürmüştü. Taa, yatılı okul yıllarına. Birçok üniversitenin bile sahip olmadığı yüzlerce dönüm araziye sahip okulumuz bazen yine de küçük geliyordu. İlkokul sonrasında bizleri ana kucağından alıp bağrına basan okulumuzun sınırları, biz büyüdükçe bize yetmiyordu. Yasağın cazibesini de işin içine katınca, ergenler olarak geceleri okuldan kaçmak kaçınılmaz olmuştu. Önceleri etüd sonrası işkembeci bahanesiyle kaçılırdı. Sonraları istikamet meyhane oldu. Derken İzmir’e gidip kordon boyunda gezmek ve sabahçı kahvede tavla ve king oynamak vardı sırada. Tabii ki maksat muhabbetti. Ve ana unsur kendi kendimize “biz büyüdük” demenin dışa vurulmuş ispatıydı. Sabah olduğunda da henüz servisler gelmeden okula dönmüş oluyorduk. Zamandan çalıyor uykuyu pas geçiyorduk yani.

Yine bu planla okuldan çıkmış, Bornova’dan Alsancak’a giden son belediye otobüsüne yetişmek üzere dikenli tellerin arasından geçmiş yürüyorduk. Ege Üniversitesi’nin deneme bağlarını geçip, kampüs binalarının başladığı yere gelince hiçbir aydınlatma olmasa da ay ışığında alışılmadık bir toplaşma ve karaltı kümesi gördük. Biz yaklaştıkça netleşiyordu. Üç dört kişilik bir ekip hiç konuşmuyorlar, pek hareket de etmiyorlar ama ısrarla bize el kol hareketi yapıp bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Sessiz olmamızı istiyorlardı anladığım kadarıyla. Yavaşça yanlarına yürüdük. Aralarından bir tanesi neredeyse küçük harflerle kulağımıza fısıldadı. “Gençler, lütfen sessiz olun, kayıt yapıyoruz…” O sırada gözümüz pilli bir kaset çalara takıldı. Bant dönüyordu dönmesine de ortada sessizlik olduğu için neyin kaydının yapıldığını anlayamadık. Nefes bile almaya çekinip heykel gibi dikilip durduk. Bizim ekiple birlikte toplam sekiz kişi olmuştu karanlıkta ifadesiz bakışlarla dikilip duranlar. Ve sahneye beklenen solist çıktı. Bülbül… Ve harika sesi!

Hani hep anlatılır ya, “Kanarya Sevenler Derneği” falan diye, bahse konu olur bir şeyleri abartırken. Gerçekten o derneğin üyeleriymiş söz konusu kişiler. Kayda aldıkları sesleri de tüm gün boyunca kanaryalara dinletip, ezberletiyorlar, hatta sonra kuşlar arasında yarışma bile düzenliyorlarmış…

Neyse, vaktinde son belediye otobüsüne yetişip yarım saat sonra Lozan’da inmiş, kordona ve sabahçı pasaport kahvehanelerine doğru yürümeye başlamıştık bile. Ben hala kuşlardaydım, ama başka bir boyutta. Neden aklıma Santralcı Mehmet takılmıştı şimdi de? İrdelerken onu da buldum. Santral binasının (içinde tuvaleti de olan, iki odalı küçük bir yapıydı); okulun ana giriş kapısına en yakın penceresinin önünde hep ekmek kırıntısı olurdu. Bana bakımsız, terkedilmiş, pis ve pejmürde gelen bu görüntü belli ki Mehmet’in yalnızlığını paylaşmak için kuşları çağırdığı bir platformdu. Şimdi daha iyi anlamıştım. Gecenin bir vakti uykusundan feragat edip, ağaç altlarında kuş seslerini kayda alanların, tamamen hayvan sevgisi, zevk ve hobi olarak yaptıklarının yanında santralcının yaptığı sadece kuşlara sığınmaktı. Oysa biri sorsa, o nobran halinden buralara gelmemiz pek mümkün olmazdı. Tabi naiflik ve kuş sevgisi de olabilir. Laf aramızda, iyi ki pencereyi açıp o ekmek kırıntılarını koyuyordu, yoksa o kulübeye girip astım olmadan çıkmak, bayılmadan uzun süre dayanmak da çok kolay değildi. Hayattan vaz geçmiş gibi bir hali vardı. Meğer nasıl bir geçmişi varmış, yıllar sonra da olsa öğrenince üzüldüm. Ama Mehmet’ten çok annesine.

İnsana dokunmak için onu anlamak lazım. Anlamak için de biraz hakkında bilgi sahibi olmak gerek haliyle. Ben de yeni öğrendim derbederliğinin (öyle görünmesinin) altında ne olduğunu. Hikaye 1900’lerin başlarında şekilleniyor. Babası bir kızı seviyor (yani Mehmet’in annesi Meryem’i), kız da karşılık veriyor. Oysa kızın ailesinin baskısı, bu çiftin sadece şehirden değil, ülkeden bile kaçmalarına neden oluyor. O ülke Rusya. Mehmet’in annesi ortodoks bir Rus Kızı. Güzel, uzun boylu, masmavi gözlü. Zamanında Almanya’ya üniversite eğitimine gönderilen bir genç. Ama aşkları onları Mehmet’in babasının memleketine, Türkiye’ye sürükleyince eğitiminin pek bir önemi kalmıyor. Ya da onlar yeterince ağlamıyorlar. Malum, “ağlamayan bebeğe meme verilmez…” Bu kabulleniş, bir anlamda vazgeçiş, ya da en hafif tabiriyle mücadele etmeyip hayatı oluruna bırakış sonraki nesillere de böyle yansıyor demek ki… Rus kökenli Mryam (sonradan müslüman olup ismini Meryem yapsa da), eşi ölünce koca ülkede tek başına ancak bunu başarabiliyor demek ki. Bu duruma, Santralcı Mehmet’in eşinin algı noksanlığını ekleyip, üç çocuğuyla birlikte hayat mücadelesinin zorluğunu da katınca, santral binasının penceresine konan kuşların “tweet”leriyle yalnızlığını ve kaderini paylaşmasından daha doğal ne olabilir ki? Sahi, bir de Mryam Nine’nin kızdığı zamanlar ve ileri yaşlılığında alzheimerın da etkisiyle Rusça konuşmasının sedası kalıyor okulun bahçesinde…