Blog

BALlı Günler

  • 04 Mart 2022
BALlı Günler

Zeynep Cider Karabağ’90

Öğrenciyken derslerden, sınavlardan, kısacası okula dair her şeyden şikâyet etmek, hayat gailesiyle boğuşan yetişkinmişim gibi bir başka hissettirirdi. Oysa gençliğimin en güzel anılarını biriktirmişim Bornova Anadolu Lisesi’nde. Çoğu dün gibi aklımda. Yaş ilerleyip silinmeye yüz tutanları da, her buluştuğumuzda zihnimizin tozlu çekmecelerinden çıkarıp hatırlatıyoruz birbirimize. Hem de ilk günün heyecanıyla. Azıcık da abarttık mı daha bir coşuyoruz.

Macera yaşanmayan tek bir günümüz olmazdı ama bazılarının benzerini ne duydum, ne gördüm. Öğrencileri gibi öğretmenleri de farklıdır okulumuzun, hatta rivayetlere göre çoğunun insanların duyamayacağı sesleri algılayan ultrasonik kulakları, başlarının arkasında, saçların arasına saklanmış lazer gözleri vardır. Gaflet ve delalet anında boş bulunup sınırı aşarsanız, ne olduğunun farkına varamadan alnınızın ortasında tebeşirin kurşun misali patlaması işten bile değildir. Bunun gibi olaylar ekşi sözlükte ‘Dehşet’ hikâyelerinde sayfalarca anlatıldığından, detaylara fazla girmeden daha özel anılara dönüyorum.

Yeni yetme liseliyiz. Öğle tatilinden sonraki ders başlamış, çıt çıkarmadan dinliyoruz. Tatbikatlar dışında pek fazla kullanıldığını hatırlamadığım, merkezi anons sisteminden duyulan metalik erkek sesi ile bir anda neye uğradığımızı şaşırdık.

“Altı edebiyat K sınıfa! Altı edebiyat K sınıfa! Beş dakika içinde sınıf yoklaması alınacaktır.”

Hiç durmadan defalarca bahçe hoparlörlerinden yankılanan mesaj karşısında kulaklarımıza inanamamıştık. Birileri dalga mı geçiyordu? Sınıfımız önce içten içe fısıltılarla kaynamaya başladı ardından azıcık heyecan, azıcık da dersi kaynatma ümidiyle pencereye koşanlar, şaşkınlıkla etrafına bakınıp boyun uzatanların yanı sıra kimimiz de, “Hocam ne oluyor?” diye soruyordu. Cevap belliydi.

“Hoca camide. Oturun yerlerinize. Size ne.”

Sonradan öğrendiğimize göre bizden iki yaş büyük edebiyat sınıfı okulu topluca ekerlerse disiplinine gitmeyeceklerine inanıp anca beraber, kanca beraber demiş ama kardeşlikleri malum sona engel olamamıştı. Yine de o yılın efsanesi olmayı başarmışlardı.

Kuş gördüğünü işlermiş mantığıyla, bu kadar gözü kara olamasak da, klan halinde hareket etmeye bayılırdık. Malum öğretmenlerimiz çoğunlukla devrin devleri, hepsini saygıyla anıyorum. Şansımıza arada dişimize göre genç, yeni mezun birini yakalardık tabii. Sınıfla başa çıkamayan bir öğretmenimiz haftada bir ara sınav yapar, bitene kadar hiç susmadan konuşurdu.

“Kopya çekmeyin. Kopya çekmek yasak. Sen önüne bak. Sen sus.”

Kime dedi, neden dedi, şaşkınız. Hal böyle olunca imtihanlar işkence, bildiğimiz soruyu yapamıyoruz. En sonunda biz de bir ders verelim diye düşündük. Tam kış vakti, nezle grip sezonu. Herkes içine ‘5-B KOPYA ÇEKMEZ’ yazılmış bir kâğıt mendil aldı, kimi elinde tutuyor, kimi sıranın altında. Garip hareketlerle dikkat çekerken, buna yüksek sesle sümkürmek dâhil, ara ara şaşı gözlerle içine bakıyoruz.

“Yakaladım seni!” diye kimin üstüne gitse her yerde aynı cümleyle karşılaşıyor. Allah bizi affetsin, en son ağlayarak sınıftan çıktığında üzülmüştük ama o saniyeye kadar kıs kıs gülerken kahkaha atmamak için dudaklarımızı kemirmiştik. Günün sonunda tabii ki müdür yardımcımıza şikâyet edildik, yaptığımız yaramazlık disiplin suçu içermediğinden midir, başarılı olduğumuzdan mı yoksa sevimli suratlarımızın yüzü suyu hürmetine mi bilinmez, yarım saatlik nasihatle ceza almadan kurtulmuştuk.

O seneki müdür yardımcımız sonraki yıl aynı zamanda edebiyat öğretmenimiz olmuştu. Ertesi gün Atatürk hakkında kompozisyon sınavı yapacağını söylemişti. Hazırlıklı gelin diye de ekledi. Paçalar tutuştu. Sen ne yazacaksın, ben ne yazacağım, klişeye kaçmamalı derken ilk kimin aklına geldiğini hatırlamadığım bir fikir atıldı ortaya.

“Atatürk satırlara sığmayacak kadar büyük bir liderdir. Onu anlatmaya kelimeler yetmez. Kalbimizde yaşıyor.”

Herkes aynı cümleyi yazacak. Sözler verildi, yeminler edildi. Ölmek var, dönmek yok. Sınav saati geldi, yüzümüzde gururlu bir gülümseme, içten içe korkumuzu saklamaya çalışıyoruz. Sadece bir arkadaşımız fikrini değiştirmiş, biz sıfır alırken, o on alacağına inandığı kompozisyonunu çaktırmadan kâğıtların arasına sıkıştırmış. Endişeli bekleyiş fazla uzun sürmedi. Bir sonraki teneffüs öğretmenimiz kapıda belirdiğinde kalbim duracak sandım.

“Bir kişi hariç bütün sınıfa on veriyorum.”

Coşkulu alkış tufanını havaya kaldırdığı eliyle durdurdu.

“Bu davranışın herhangi bir sınavda tekrarlanması durumunda, hepiniz en ağır cezayla disipline sevk edilirsiniz. Öncelikle bunu söyleyeyim. İsmini açıklamayacağım kişi ise birlik ve beraberliği bozmaktan sıfır aldı, o kendisini biliyordur zaten.”

Noktayı koyup sınıftan ayrıldığında derin bir sessizliğin ardından çığlıklar içinde bizler zaferimizi kutlarken, malum kişi hayatının dersini almıştı.

Dostluğu, kardeşliği de bu sıralarda öğrendik. İlk aşklar, ilk heyecanlar, nice mutluluklar, hüzünler yaşandı, küsler barıştı. Hazırlık sınıfında küçük bedenime, kısa bacaklarıma göre ucu bucağı olmayan okulumuzun keşfedilmemiş toprakları yıllar içinde öyle kazınmış ki ruhuma, bugün bile gözlerimi kapadığımda kokusunu içime çeker, kuş sesleri arasında, kuru yaprakları çıtırdatarak dolaşırım.

Az gittik, uz gittik bir arpa boyu yol gittik derken, bir de baktık neredeyse kırk sene olmuş tanışalı. Çok şey değişmedi, içimizdeki çocuk hep aynı. Ne kırlaşan saçlarımızı, ne derinleşen çizgilerimizi fark ediyoruz. En güzeli araya uzun zaman girse de hep aynı nakaratla, kaldığımız yerden devam edebilmemiz.

Hey gidi günler, hey!